İnceleme

Author: ezelmai /

Şairini severiz, nârından ötürü




Kara saçlarını kesen şair, “ah kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya” derken, ne bilsindi eski bir şehirden duru bir şairin çıkıp kalbe zarar cümleler kuracağını… Haydar Ergülen, yani Nar’ın babası, her harfine incelikler nakşettiği şiirleriyle, Gülten Akın’ın bu dizelerine şerh düşüyor. Kırmızı Kedi Yayınevi’nin Nisan ayında yeniden baskısını yaptığı “keder gibi ödünç”;  bizleri bir kitabın değil, bir ahşap yolculuğun içine yeniden çağırıyor…

İlk bölümü “mırıldandığım şeylersin” olan kitap, iki bölümden oluşuyor. Bu birinci kısımda, hatta Ergülen şiirlerinin neredeyse tamamında, inceden inceye ama çıkışı hep kalpten olan upuzun mırıldanmalar şiiri sarmalıyor. Ve şair bizi ilkin, Nar’ın annesine ithaf ettiği “senin harflerin için” adlı şiir ile selamlıyor.
“mırıldandığım her şeysin, sesinden öpüyorum”dizesi ile başlıyor şiir. Ve sürüp giderken “idiller gazeli” ni sıkça anımsatıyor bellek. Öyle ki, bu şiirde de gözler yağmurdan yeni ayrılmış, yeni yeni şehirler yıkılmış kalbe aşktan. Sonra şöyle sesleniyor ara dizelerden:

            “mırıldan dur bana, senin üstüne harf/ getirmem daha”
            “bir ses sesini öpse/ harflerin uykusuz kalır”

Daha ilk şiirde sıkça kullandığı kimi kelimeler; mırıldanmak gibi, harf gibi, ses gibi, şiir gibi, şairin ihtiyatla kendi dilini eğirdiğini bize işaret ederken, şiirin finalini ise  o muazzam dizeyle yapıyor: “harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!”
  
Haydarpasa-Eskisehir-Ankara

 Sıdık Akbayır’ın “Şiir Adımlı Bir Yolcu: Haydar Ergülen” isimli kitabında şöyle anlatılır:
“Yıllar önce, Özcan Karabulut’un düzenlediği Ankara Öykü Günleri’ne gider. Orada da o zaman Edebiyatçılar Derneği’nin başkanı Ali Cengizkan ile Hüseyin Atabaş’tır. ‘Ankara Rüzgârı’ diye bir şiir antolojisi hazırlamışlardır. Ergülen, gayri ihtiyari açar, kendi adını göremez. Derler ki, ‘ Biz seni o kadar çok araştırdık, hiçbir şiirin yok Ankara üzerine.’  ‘Yuh!’ der kendine.
Onun üzerine, oturup, ‘Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara’ şiirini yazar.”  (sf:50)

Eskişehir doğumludur Haydar Ergülen. Bu sebeple ki şehir bir çok yönüyle kıymetlidir şair için. Gülten Akın’a ithaf ettiği “Düzşiir” isimli şiirini

            “nasıl yenildik ama/ yıl bindokuzyüzeylül/ dak’ka bir gol bir
            o golden beri/ Ankaragücü düzyazıdır/ Eskişehirspor şiir”

dizeleriyle bitirmesi, Eskişehir’e olan düşkünlüğünün bir nevi ispatıdır. Zaman ve şartlar onun Eskişehir’den Ankara’ya, sonra da İstanbul’a gitmesine sebep olurken, aslında yıllar içinde yazılacak o ince işçiliğiyle zihinleri sarsan şiirlere temel hazırlamıştır bir yandan da. İşte o şiirden bazı dizeler:

            “büyük Nazlı Annem gibi söylesem:
 -bir şair bulsam da içimi döksem!”

“ağlamayı boşladım, şiire başladım
nasılsa geçiyor bütün gemiler
burnumun direğinden…”

            “eskiden tren geçerdi de şiirlerinizden
            yetişmeye çalışırdım nefes nefese
            Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara
            gittim geldim düz coğrafya”
           

            “heyhat ne tren, ne çocukluk/ hiçbiri taşradan sökün etmiyor”

            “ya hayati, hakikat dediğin bir karatren
            o da şair tesellisi, bir hışmınan geçer ömürden”

Şiirde çokça geçen ‘tren’ ve ‘çocukluk’ kelimeleri tesadüfen girmemiştir Ergülen şiirlerine. Her kelime, artalanında bir ömür tenhalığında avlular bekletir. Bunu görebilmek için, şiirler arasındaki bağlantıyı iyi tahlil edebilmek icap eder. Tam da bu noktada, kitaptaki şiirlerin yerlerinin rasgele olmadığına da değinmekte fayda var. Zira “Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara” şiirinden hemen sonra “Trenler de Ahşaptır…” ın yer alması, elbette tesadüf değil. Trenlerin apayrı bir yeri var hem kitapta hem şairin yaşamında. Hayatını inceledikçe ve şiirlere perdesiz bir gözle baktıkça kendini açık ediyor bu ayrıntı. “Trenler de Ahşaptır…” şiirinden, kitaba nefes veren şu dizelerle sesleniyor şair:

            “ahşabın mırıldandığı iyilik/ eski alışkanlığıdır hayatın”
           
            “ne unutmak yeni ne hatırlamak
            ne de gelip geçen onca yaz uzun
            geçmiş ahşap zamandaki yazlardan”

            “suya yakın bir kelime arıyordum/ mırıldanmak için ahşabın sessiz derinliğini”

            “sokağı mı soruyorsun, ahşaptır
            senden başka ecim yok,
            ahşaptır kırılmayı bilenlerin şiiri”

            “ahşapsa bir kadın, duyulur/ sesi mırıl mırıl sessizliği fırtına”

            “’yine gam yükünün kervanı geldi!’
              trenler de ahşaptır turnalardan ötürü”

Hem Anadolu motiflerine hem de yakın dönemin büyük şairlerinin izlerine rastlayabiliyoruz, şiir okumayı yazmaktan daha çok seven şairin dizelerinde. Bu, öykünme yahut etki altında kalmaktan ziyade, “şiir şiire bakarak yazılır” düşüncesini savunan şairin şiir belleğini besleyen bir husus. Yunus’u da anarak, “Trenler de Ahşaptır…”  ın son dizesine nazire olsun için diyoruz ki: “şairini severiz, nârından ötürü.”

  
Mırıldanmalar, Yagmur, Mektup

Ergülen bir yazısında şöyle anlatıyor: “…Hani binalarda, trenlerde, otobüslerde ‘ihtiyaç anında camı kırınız’ diye bir uyarı yazısı görürüz ya, şiir biraz da o uyarıya benziyor: ‘İhtiyaç anında şiir yazınız’…” (“Şiir Adımlı Bir Yolcu-Sıddık Akbayır”, Ferfir Yay.,sf 104)
Bu ifade onun hem sıkı bir okur olduğunun, hem de şiir karşısında ve içinde özgün bir duruşa sahip olduğunun göstergesidir.

            “susacak kadar büyütüyoruz ya çok şeyi/ ben en çok yoksulluğumuzdan korkarım”
            “hayat, herkesi ıssız adasına indiren gemi”
           
“mırıldanıp duruyorum da eskiden yeniden
              kendi dilime bir çeviremedim şu sessizliği!”
           
“bir çocuk eskisi gibi mırıldandığın”
“kalp bulutlu değilse yağmur boşuna”
“yağmuru onarmaya benzeseydi / keşke bir aşkı onarmak”
“yalnızca mırıldandım olmadı, artık yalvarıyorum”

“herkesin içinde başkalarının terk ettiği bir ev vardır
  ve kalp kiralık bir odadır orada, bazen”

“kalp ile dil arasında her zaman
  iki insan vardır birbirinin uzaklığına taşınan”

“bak, kumrular demiyle susuyor yoksullar diliyle,
  mırıldanacak bir şeyin yoksa, sakın şiir yazma”

İşte bu dizeler, şairin bahsettiği uyarı tabelalarına gönderme yapar niteliktedir, “ihtiyaç halinde Ergülen okuyunuz” der gibi.

Şiirin edebiyata dahil olmadığını söyler şair. Fakat onun şiirleri öylesine zariftir ki, sanki şiire de dahil değildir. Başka bir yerde durur; belki bir İdil gazelinde, Nar’ın kalbinde belki…Ama bilinen şiirin bilinen noktasında değil. “Şiir, dil kumaşından söz biçmektir” ya hani, o iyi bir terzidir. Eskiden terzi.

Kitabın, mırıldanmaların sürdüğü ilk bölümünde mektup da önemli imgelerden biri. İmge olmaktan da öte, Ergülen’in hayatında varlığını eksilterek önem artırmış bir değer. Kitabın ilk şiirlerinden olan “Şiir; o eski mektup” , bünyesindeki öğelerle “mektup”un tarihsel yolculuğuna yeni bir gelecek yazıyor. Zamanla anlıyoruz; Haydar Ergülen şiirden imzasını çekse bile, bir şiirini okuduğumuzda yine biliriz ki harfler ona aittir.

            “yine de sevgiline söyle eski yakınlığın
              anısına uzak bir telefon kulübesinden
              seni jetonla değil pulla arasın
              belki mırıldanacak bir mektubun olur”
           
            “mektup herkese gider, bulduğuna açılır
              şiirse kimseye açılmayan o eski mektup”

            “küçüktü, annesini bir mektup sanıyordu”

            “iki mektup yaz;
              birini sev,
              birini at!”

Keder Gibi Ödünç’ün Kalbi: Yagmur ve Fransızca

Sene 1968. Ergülen 19 Mayıs Ortaokulu’na başlar. Büyüyünce ‘edebiyatçı’ olmak istediğinden yabancı dil olarak Fransızcayı seçer. Aynı seçimi yapan bir kişi daha vardır: Şahin. Ergülen ve Şahin kısa zaman içinde yakın arkadaş olurlar. O sıra okullarına yeni bir Fransızca öğretmeni gelir: Rukiye Gül Yönel. Ergülen ve Şahin, Gül Hoca’nın da teşvikiyle en çok Fransızca dersini sever ve en çok ona çalışırlar. Vakit  ilerlerken iki küçük edebiyatçı adı ‘Ekin’ olan haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştır bile. Ergülen ve sağ gözü âmâ olmasına rağmen Şahin, okumayı çok sevmektedir. En büyük arzuları Fransızca şiirleri asıllarından sular seller gibi okuyabilmektir. Zaman geçer ve Ergülen ile Şahin’in yolları ayrılır, Şahin ve ailesi İstanbul’a taşınmıştır. Ergülen ise lise için Ankara’ya gider. Fakat yaz tatillerinde Eskişehir’de buluşurlar. Aralarındaki diyalog arkadaşlığın da ötesine taşınıp kardeşliğe varmıştır bile.
Sene 1973, yaz. Lise yeni bitmiştir ve üstelik bayramdır. Ergülen ve Şahin Eskişehir’de buluşmak üzere sözleşirler. Hazin anıyı Ergülen, şöyle anlatır : “ Bekledim, bayramın birinci günü yok, ikinci günü yok, nihayet dayanamadım ve gidip babaannesine sormak istedim. Annem, o zaman ağladı ve bana söyledi: Şahin ilk maaşını aldığı gün, eve dönerken acele edip, rayların üstünden geçmek isterken, sağ gözü trene kapalı, sol gözü ölüme açıkken, şimdi merak ediyorum trenleri sever miydi, ben hep sevdim de onu bilmiyorum, son seferine çıkmış. Ne o treni görmüş, ne tren onu görmüş, toprağı İstanbul olmuş. Benim bir daha hiç hatrımdan çıkmayacak ve hep unutmak istediğim ilk ölüm bu oldu. Denizyollarında çalışan arkadaşım demiryollarında ölmüştü. Yıllar sonra üniversitede yeniden şiir yazarken, Şahin’in ölümünün üstüne 5 yıl, 5 yıl da yokluğun üstüne, acının, yalnızlığın, ilk arkadaşı yitirmenin üstüne de 5 yıl, ilk şiirimi ona adamıştım.”( ‘Şiir Adımlı Bir Yolcu’, Sıddık Akbayır ,Ferfir Yay. Sf:123)

Hep inandım her kitabın bir kalbi olduğuna. Hele ki kitap bir şiir kitabıysa, muhakkak ki kitabın ana atar ve toplardamarlarının geçtiği bir şiir vardır. İşte “keder gibi ödünç” ü bu arayışla okudum.  “Yağmur ve Fransızca” ya geldiğimde, “burası” dedim. Bu kitabın kalbi burası. Şahin Şencan’a yazılmış bir şiir “Yağmur ve Fransızca”. İthafı yok, ama her harfi tek tek Ergülen’in kıymetli arkadaşını yâd edişidir. “ben senin tenha gözün olacaktım hem/ tek başıma en kalabalık arkadaşın” derken şiirde, tarifsiz bir özlemin sıcak rengi yayılır tüm satırlara.

            “insan arkadaşına benzer
             ve iyidir benzemesi
             arkadaşlığın da eski bir şehre
             hele usul sesliyse şehir, trenler de
             bölmemişse henüz arkadaşlığın sesini”

“biz iki çocuktuk, şimdi çok eski
            isimler gibi hatırda dursa da dile gelmeyen
            şiirler gibi kimse anlamayacaktı zaten
            bizim birbirimizden ne anladığımızı”

            “aferin çocuklar, aferin sevinçli bulut
            böyle derdi Gazi Eğitim’den Gül Hoca:
            dil bir buluttur, yağdıkça şiir olur…”

Uzun yıllar boyu Gül Hoca’yı ve Şahin’i görmemiş olmanın eksikliği ve dahi hüznüdür şiiri saran. Ve yarım kalmışlıklara dem vuran dizeler kalbin en zayıf duvarına yaslanıverir usulca:

            “yağmur yarım kalırsa Fransızca da yarım
            iki çocuktan hangi bahçeye kalsa gül yarım
            yarım gülden kalan şiir başka gülde açılmaz”

            “yapayalnız gurbete, bilmem bu zalimliği
            yağmura nasıl yaptık: ona kaldı yarım
            bıraktığımız her şeyden yarım hatıra,
            yarım gül, yarım şiir ve yarım arkadaşlık”

            “yağmur gibi Fransızca konuşacaktık/ bulut gibi Türkçe ağlayackatık”

            “keşke burada olsaydın
            keşke burada olsaydım”

Birbirine bağlı bir çok sebepten ve en çok da bu dizelerden ötürü, bu kitabın kalbi bu şiir, ağır misafiri ise Şahin’dir. Zira kitapla aynı isimli ikinci bölümün ilk şiiri olan “kayıp kardeş” Şahin Şencan’a ithaf edilmiş. Bu açık ithaflar olmasa bile, şiirlerin çoğunda bir kayıp kardeş izine rastlanır dize aralarında. Ve yarım kalanlar için şunları söyler Ergülen: “Yarım kalmanın şiirsel bir değeri olabilir, artistik, plastik, estetik bir hükmü de olabilir, ama yarım kalmak, hükümsüzdür. Zayidir, zarardır, ömre ziyandır.”
  
Son Söz: Nârından Ötürü

Nicedir Birhan Keskin’in şu dizesi aklımdadır da zaman zaman mırıldanırım kendime:

            “döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm
            döndüğüm bu sema sensin
            döndüğüm”

Tam bunu söylüyorken kendime yine, “keder gibi ödünç” te bir şiire denk geldim:
           
            “sanki ödünç kanatlı bir kuş uçuyor da
            gürültüsü dolduruyor hayatı ödünç kelimelerle
            bense yalnızca dönmek dönmek dönmek istiyorum
            bulut denizinin kıyısındaki mavi toprağımıza”

diyordu. Kitabın ismiyle müsemma, keder gibi ödünç. Durdum sonra; şairin Nar kızı geçti aklımdan, maviler geçti, kayıp kardeşler, Eskişehir ve ahşap trenler… Trenler. Evet trenler. Bilmezdim, “TCDD’den emekli olanlara eski bir gelenek uyarınca Serkisof saat armağan ediliyormuş.” Bir gün karşılaşırsak, Serkisof saat hediye edeceğim Nar’ın babası Haydar Ergülen’e. Şiirlerinden geçen mavi trenler için, trenlere kattığı anlam için, şiirlere nakşettiği incelikler için, emekli olmaz ya, olursa bir gün şiirden değil şiirli demiryollarından emekli olacağı için… Serkisof saat hediye edeceğim.

Kitabı okudukça ahşap bir yolculuğun içinden geçtim, kederler ödünç aldım kitaptan, harflerinden ötürü. Ergülen, “eğildim, derin eğildim dokundum boşluğuma/ yandı elim, yandı kağıttan benim” diyor ama; ısrarla çizmek lazım altını: “ şairini severiz, nârından ötürü.”


Temrin Edebiyat, Temmuz 2011, sayı 39

0 ses:

Related Posts with Thumbnails