İnceleme

Author: ezelmai /

Şairini severiz, nârından ötürü




Kara saçlarını kesen şair, “ah kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya” derken, ne bilsindi eski bir şehirden duru bir şairin çıkıp kalbe zarar cümleler kuracağını… Haydar Ergülen, yani Nar’ın babası, her harfine incelikler nakşettiği şiirleriyle, Gülten Akın’ın bu dizelerine şerh düşüyor. Kırmızı Kedi Yayınevi’nin Nisan ayında yeniden baskısını yaptığı “keder gibi ödünç”;  bizleri bir kitabın değil, bir ahşap yolculuğun içine yeniden çağırıyor…

İlk bölümü “mırıldandığım şeylersin” olan kitap, iki bölümden oluşuyor. Bu birinci kısımda, hatta Ergülen şiirlerinin neredeyse tamamında, inceden inceye ama çıkışı hep kalpten olan upuzun mırıldanmalar şiiri sarmalıyor. Ve şair bizi ilkin, Nar’ın annesine ithaf ettiği “senin harflerin için” adlı şiir ile selamlıyor.
“mırıldandığım her şeysin, sesinden öpüyorum”dizesi ile başlıyor şiir. Ve sürüp giderken “idiller gazeli” ni sıkça anımsatıyor bellek. Öyle ki, bu şiirde de gözler yağmurdan yeni ayrılmış, yeni yeni şehirler yıkılmış kalbe aşktan. Sonra şöyle sesleniyor ara dizelerden:

            “mırıldan dur bana, senin üstüne harf/ getirmem daha”
            “bir ses sesini öpse/ harflerin uykusuz kalır”

Daha ilk şiirde sıkça kullandığı kimi kelimeler; mırıldanmak gibi, harf gibi, ses gibi, şiir gibi, şairin ihtiyatla kendi dilini eğirdiğini bize işaret ederken, şiirin finalini ise  o muazzam dizeyle yapıyor: “harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm!”
  
Haydarpasa-Eskisehir-Ankara

 Sıdık Akbayır’ın “Şiir Adımlı Bir Yolcu: Haydar Ergülen” isimli kitabında şöyle anlatılır:
“Yıllar önce, Özcan Karabulut’un düzenlediği Ankara Öykü Günleri’ne gider. Orada da o zaman Edebiyatçılar Derneği’nin başkanı Ali Cengizkan ile Hüseyin Atabaş’tır. ‘Ankara Rüzgârı’ diye bir şiir antolojisi hazırlamışlardır. Ergülen, gayri ihtiyari açar, kendi adını göremez. Derler ki, ‘ Biz seni o kadar çok araştırdık, hiçbir şiirin yok Ankara üzerine.’  ‘Yuh!’ der kendine.
Onun üzerine, oturup, ‘Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara’ şiirini yazar.”  (sf:50)

Eskişehir doğumludur Haydar Ergülen. Bu sebeple ki şehir bir çok yönüyle kıymetlidir şair için. Gülten Akın’a ithaf ettiği “Düzşiir” isimli şiirini

            “nasıl yenildik ama/ yıl bindokuzyüzeylül/ dak’ka bir gol bir
            o golden beri/ Ankaragücü düzyazıdır/ Eskişehirspor şiir”

dizeleriyle bitirmesi, Eskişehir’e olan düşkünlüğünün bir nevi ispatıdır. Zaman ve şartlar onun Eskişehir’den Ankara’ya, sonra da İstanbul’a gitmesine sebep olurken, aslında yıllar içinde yazılacak o ince işçiliğiyle zihinleri sarsan şiirlere temel hazırlamıştır bir yandan da. İşte o şiirden bazı dizeler:

            “büyük Nazlı Annem gibi söylesem:
 -bir şair bulsam da içimi döksem!”

“ağlamayı boşladım, şiire başladım
nasılsa geçiyor bütün gemiler
burnumun direğinden…”

            “eskiden tren geçerdi de şiirlerinizden
            yetişmeye çalışırdım nefes nefese
            Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara
            gittim geldim düz coğrafya”
           

            “heyhat ne tren, ne çocukluk/ hiçbiri taşradan sökün etmiyor”

            “ya hayati, hakikat dediğin bir karatren
            o da şair tesellisi, bir hışmınan geçer ömürden”

Şiirde çokça geçen ‘tren’ ve ‘çocukluk’ kelimeleri tesadüfen girmemiştir Ergülen şiirlerine. Her kelime, artalanında bir ömür tenhalığında avlular bekletir. Bunu görebilmek için, şiirler arasındaki bağlantıyı iyi tahlil edebilmek icap eder. Tam da bu noktada, kitaptaki şiirlerin yerlerinin rasgele olmadığına da değinmekte fayda var. Zira “Haydarpaşa-Eskişehir-Ankara” şiirinden hemen sonra “Trenler de Ahşaptır…” ın yer alması, elbette tesadüf değil. Trenlerin apayrı bir yeri var hem kitapta hem şairin yaşamında. Hayatını inceledikçe ve şiirlere perdesiz bir gözle baktıkça kendini açık ediyor bu ayrıntı. “Trenler de Ahşaptır…” şiirinden, kitaba nefes veren şu dizelerle sesleniyor şair:

            “ahşabın mırıldandığı iyilik/ eski alışkanlığıdır hayatın”
           
            “ne unutmak yeni ne hatırlamak
            ne de gelip geçen onca yaz uzun
            geçmiş ahşap zamandaki yazlardan”

            “suya yakın bir kelime arıyordum/ mırıldanmak için ahşabın sessiz derinliğini”

            “sokağı mı soruyorsun, ahşaptır
            senden başka ecim yok,
            ahşaptır kırılmayı bilenlerin şiiri”

            “ahşapsa bir kadın, duyulur/ sesi mırıl mırıl sessizliği fırtına”

            “’yine gam yükünün kervanı geldi!’
              trenler de ahşaptır turnalardan ötürü”

Hem Anadolu motiflerine hem de yakın dönemin büyük şairlerinin izlerine rastlayabiliyoruz, şiir okumayı yazmaktan daha çok seven şairin dizelerinde. Bu, öykünme yahut etki altında kalmaktan ziyade, “şiir şiire bakarak yazılır” düşüncesini savunan şairin şiir belleğini besleyen bir husus. Yunus’u da anarak, “Trenler de Ahşaptır…”  ın son dizesine nazire olsun için diyoruz ki: “şairini severiz, nârından ötürü.”

  
Mırıldanmalar, Yagmur, Mektup

Ergülen bir yazısında şöyle anlatıyor: “…Hani binalarda, trenlerde, otobüslerde ‘ihtiyaç anında camı kırınız’ diye bir uyarı yazısı görürüz ya, şiir biraz da o uyarıya benziyor: ‘İhtiyaç anında şiir yazınız’…” (“Şiir Adımlı Bir Yolcu-Sıddık Akbayır”, Ferfir Yay.,sf 104)
Bu ifade onun hem sıkı bir okur olduğunun, hem de şiir karşısında ve içinde özgün bir duruşa sahip olduğunun göstergesidir.

            “susacak kadar büyütüyoruz ya çok şeyi/ ben en çok yoksulluğumuzdan korkarım”
            “hayat, herkesi ıssız adasına indiren gemi”
           
“mırıldanıp duruyorum da eskiden yeniden
              kendi dilime bir çeviremedim şu sessizliği!”
           
“bir çocuk eskisi gibi mırıldandığın”
“kalp bulutlu değilse yağmur boşuna”
“yağmuru onarmaya benzeseydi / keşke bir aşkı onarmak”
“yalnızca mırıldandım olmadı, artık yalvarıyorum”

“herkesin içinde başkalarının terk ettiği bir ev vardır
  ve kalp kiralık bir odadır orada, bazen”

“kalp ile dil arasında her zaman
  iki insan vardır birbirinin uzaklığına taşınan”

“bak, kumrular demiyle susuyor yoksullar diliyle,
  mırıldanacak bir şeyin yoksa, sakın şiir yazma”

İşte bu dizeler, şairin bahsettiği uyarı tabelalarına gönderme yapar niteliktedir, “ihtiyaç halinde Ergülen okuyunuz” der gibi.

Şiirin edebiyata dahil olmadığını söyler şair. Fakat onun şiirleri öylesine zariftir ki, sanki şiire de dahil değildir. Başka bir yerde durur; belki bir İdil gazelinde, Nar’ın kalbinde belki…Ama bilinen şiirin bilinen noktasında değil. “Şiir, dil kumaşından söz biçmektir” ya hani, o iyi bir terzidir. Eskiden terzi.

Kitabın, mırıldanmaların sürdüğü ilk bölümünde mektup da önemli imgelerden biri. İmge olmaktan da öte, Ergülen’in hayatında varlığını eksilterek önem artırmış bir değer. Kitabın ilk şiirlerinden olan “Şiir; o eski mektup” , bünyesindeki öğelerle “mektup”un tarihsel yolculuğuna yeni bir gelecek yazıyor. Zamanla anlıyoruz; Haydar Ergülen şiirden imzasını çekse bile, bir şiirini okuduğumuzda yine biliriz ki harfler ona aittir.

            “yine de sevgiline söyle eski yakınlığın
              anısına uzak bir telefon kulübesinden
              seni jetonla değil pulla arasın
              belki mırıldanacak bir mektubun olur”
           
            “mektup herkese gider, bulduğuna açılır
              şiirse kimseye açılmayan o eski mektup”

            “küçüktü, annesini bir mektup sanıyordu”

            “iki mektup yaz;
              birini sev,
              birini at!”

Keder Gibi Ödünç’ün Kalbi: Yagmur ve Fransızca

Sene 1968. Ergülen 19 Mayıs Ortaokulu’na başlar. Büyüyünce ‘edebiyatçı’ olmak istediğinden yabancı dil olarak Fransızcayı seçer. Aynı seçimi yapan bir kişi daha vardır: Şahin. Ergülen ve Şahin kısa zaman içinde yakın arkadaş olurlar. O sıra okullarına yeni bir Fransızca öğretmeni gelir: Rukiye Gül Yönel. Ergülen ve Şahin, Gül Hoca’nın da teşvikiyle en çok Fransızca dersini sever ve en çok ona çalışırlar. Vakit  ilerlerken iki küçük edebiyatçı adı ‘Ekin’ olan haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştır bile. Ergülen ve sağ gözü âmâ olmasına rağmen Şahin, okumayı çok sevmektedir. En büyük arzuları Fransızca şiirleri asıllarından sular seller gibi okuyabilmektir. Zaman geçer ve Ergülen ile Şahin’in yolları ayrılır, Şahin ve ailesi İstanbul’a taşınmıştır. Ergülen ise lise için Ankara’ya gider. Fakat yaz tatillerinde Eskişehir’de buluşurlar. Aralarındaki diyalog arkadaşlığın da ötesine taşınıp kardeşliğe varmıştır bile.
Sene 1973, yaz. Lise yeni bitmiştir ve üstelik bayramdır. Ergülen ve Şahin Eskişehir’de buluşmak üzere sözleşirler. Hazin anıyı Ergülen, şöyle anlatır : “ Bekledim, bayramın birinci günü yok, ikinci günü yok, nihayet dayanamadım ve gidip babaannesine sormak istedim. Annem, o zaman ağladı ve bana söyledi: Şahin ilk maaşını aldığı gün, eve dönerken acele edip, rayların üstünden geçmek isterken, sağ gözü trene kapalı, sol gözü ölüme açıkken, şimdi merak ediyorum trenleri sever miydi, ben hep sevdim de onu bilmiyorum, son seferine çıkmış. Ne o treni görmüş, ne tren onu görmüş, toprağı İstanbul olmuş. Benim bir daha hiç hatrımdan çıkmayacak ve hep unutmak istediğim ilk ölüm bu oldu. Denizyollarında çalışan arkadaşım demiryollarında ölmüştü. Yıllar sonra üniversitede yeniden şiir yazarken, Şahin’in ölümünün üstüne 5 yıl, 5 yıl da yokluğun üstüne, acının, yalnızlığın, ilk arkadaşı yitirmenin üstüne de 5 yıl, ilk şiirimi ona adamıştım.”( ‘Şiir Adımlı Bir Yolcu’, Sıddık Akbayır ,Ferfir Yay. Sf:123)

Hep inandım her kitabın bir kalbi olduğuna. Hele ki kitap bir şiir kitabıysa, muhakkak ki kitabın ana atar ve toplardamarlarının geçtiği bir şiir vardır. İşte “keder gibi ödünç” ü bu arayışla okudum.  “Yağmur ve Fransızca” ya geldiğimde, “burası” dedim. Bu kitabın kalbi burası. Şahin Şencan’a yazılmış bir şiir “Yağmur ve Fransızca”. İthafı yok, ama her harfi tek tek Ergülen’in kıymetli arkadaşını yâd edişidir. “ben senin tenha gözün olacaktım hem/ tek başıma en kalabalık arkadaşın” derken şiirde, tarifsiz bir özlemin sıcak rengi yayılır tüm satırlara.

            “insan arkadaşına benzer
             ve iyidir benzemesi
             arkadaşlığın da eski bir şehre
             hele usul sesliyse şehir, trenler de
             bölmemişse henüz arkadaşlığın sesini”

“biz iki çocuktuk, şimdi çok eski
            isimler gibi hatırda dursa da dile gelmeyen
            şiirler gibi kimse anlamayacaktı zaten
            bizim birbirimizden ne anladığımızı”

            “aferin çocuklar, aferin sevinçli bulut
            böyle derdi Gazi Eğitim’den Gül Hoca:
            dil bir buluttur, yağdıkça şiir olur…”

Uzun yıllar boyu Gül Hoca’yı ve Şahin’i görmemiş olmanın eksikliği ve dahi hüznüdür şiiri saran. Ve yarım kalmışlıklara dem vuran dizeler kalbin en zayıf duvarına yaslanıverir usulca:

            “yağmur yarım kalırsa Fransızca da yarım
            iki çocuktan hangi bahçeye kalsa gül yarım
            yarım gülden kalan şiir başka gülde açılmaz”

            “yapayalnız gurbete, bilmem bu zalimliği
            yağmura nasıl yaptık: ona kaldı yarım
            bıraktığımız her şeyden yarım hatıra,
            yarım gül, yarım şiir ve yarım arkadaşlık”

            “yağmur gibi Fransızca konuşacaktık/ bulut gibi Türkçe ağlayackatık”

            “keşke burada olsaydın
            keşke burada olsaydım”

Birbirine bağlı bir çok sebepten ve en çok da bu dizelerden ötürü, bu kitabın kalbi bu şiir, ağır misafiri ise Şahin’dir. Zira kitapla aynı isimli ikinci bölümün ilk şiiri olan “kayıp kardeş” Şahin Şencan’a ithaf edilmiş. Bu açık ithaflar olmasa bile, şiirlerin çoğunda bir kayıp kardeş izine rastlanır dize aralarında. Ve yarım kalanlar için şunları söyler Ergülen: “Yarım kalmanın şiirsel bir değeri olabilir, artistik, plastik, estetik bir hükmü de olabilir, ama yarım kalmak, hükümsüzdür. Zayidir, zarardır, ömre ziyandır.”
  
Son Söz: Nârından Ötürü

Nicedir Birhan Keskin’in şu dizesi aklımdadır da zaman zaman mırıldanırım kendime:

            “döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm
            döndüğüm bu sema sensin
            döndüğüm”

Tam bunu söylüyorken kendime yine, “keder gibi ödünç” te bir şiire denk geldim:
           
            “sanki ödünç kanatlı bir kuş uçuyor da
            gürültüsü dolduruyor hayatı ödünç kelimelerle
            bense yalnızca dönmek dönmek dönmek istiyorum
            bulut denizinin kıyısındaki mavi toprağımıza”

diyordu. Kitabın ismiyle müsemma, keder gibi ödünç. Durdum sonra; şairin Nar kızı geçti aklımdan, maviler geçti, kayıp kardeşler, Eskişehir ve ahşap trenler… Trenler. Evet trenler. Bilmezdim, “TCDD’den emekli olanlara eski bir gelenek uyarınca Serkisof saat armağan ediliyormuş.” Bir gün karşılaşırsak, Serkisof saat hediye edeceğim Nar’ın babası Haydar Ergülen’e. Şiirlerinden geçen mavi trenler için, trenlere kattığı anlam için, şiirlere nakşettiği incelikler için, emekli olmaz ya, olursa bir gün şiirden değil şiirli demiryollarından emekli olacağı için… Serkisof saat hediye edeceğim.

Kitabı okudukça ahşap bir yolculuğun içinden geçtim, kederler ödünç aldım kitaptan, harflerinden ötürü. Ergülen, “eğildim, derin eğildim dokundum boşluğuma/ yandı elim, yandı kağıttan benim” diyor ama; ısrarla çizmek lazım altını: “ şairini severiz, nârından ötürü.”


Temrin Edebiyat, Temmuz 2011, sayı 39

...

Author: ezelmai /



Yarayı Gül Eden


gökle sarılı kalbin inkârıdır
sözün
sabır intiharı

ağzı temiz bir çocuktan aldım duayı
üstüne adını serdim
adın: göğsümde asılı mürgân çığlığı
gizlemedim, aşikâr ettim

sende kalan boşlukta her gün/ah
ağrıyı taze tutan yaradan geldim

yeminlerin sökülen ilmeğidir
tenin
kahır imtihanı

yakıp da ayrılıkla sönen o çerağı
gölgeye yüzünü verdim
yüzün: cennetin günebakan durağı
sakladım, düşe yâr ettim

vazgeçtim aşk-ı sefer tamahından
yarayı gül eden Yaradan! geldim…



Papirüs, 5

Temrin Aylık Edebiyat Dergisi Temmuz 2011 Sayısı

Author: ezelmai / Etiketler: ,



...VE TEMRİN 39!!!


Bir kalem dikin mezarıma
Yan yana gelmemiş /Sözcükler var daha

Değerli Temrin Okurları,

Türk edebiyatı bir usta kalemini daha yitirdi. Büyük Argo Sözlüğü yazarı Hulki Aktunç 29 Haziran Çarşamba günü aramızdan ayrıldı. On yıllık bir çalışmanın ürünü olan Büyük Argo Sözlüğü gerek Türkiye’de, gerek yurt dışı Türkoloji çevrelerinde yoğun ilgi görmüştü. Türk edebiyatının başı sağ olsun diyor, ustayı yukarıda yer verdiğimiz dizeleriyle selamlıyoruz…

Bu ay da yine beğenerek okuyacağınız şiir ve yazılarla karşınızdayız. Temmuz ayı şairleri; Servet Gündoğdu, Leyla Karaca Tok, Serdar Çakıcıoğlu… 

Ondokuz Mayıs Üniversitesi edebiyat bölümü profesörlerinden Şaban Sağlık hocamız Erzurum’da gerçekleştirilen Hilmi Yavuz Sempozyumu izlenimlerini yazdı. Bu yazıyı özellikle okumanızı öneriyoruz. Elif Nuray, Haydar Ergülen’in yeni baskısı yapılan Keder Gibi Ödünç isimli şiir kitabını inceledi. Koray Feyiz, Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun son şiir kitabını değerlendirdi. Bülent Gündoğan, Hilmi Yavuz Konuşurken Susma! Denemesi başlıklı yazısında Hilmi Yavuz’un şiirine dair farklı bir okuma içerisine girdi. Tahsin Yıldırım, Ziya Osman Saba’nın Bilinmeyen Bir Anket Cevabı’nı okurla paylaştı.

Bu ayki öykücülerimiz; Bekir Şakir Konyalı, Mehmet Öztunç ve Suat Atik. Bekir Şakir Konyalı kurduğu kendine has öykü dili ile ilerde isminden çokça söz ettirecek bir öykücü. Bu sayımızda yer alan öyküsünü mutlaka okumanızı öneriyoruz. 

Behçet Çelik Göbek Adı “Müstesna Eylül” başlıklı yazısında 2008 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan kitabı Gün Ortasında Arzu’nun hikâyesini anlattı.
Fuat Ata bu sayımızda da “düşündüren” bir karikatürle yer alıyor.
Bu ayki söyleşi konuklarımız; eleştirmen Semih Gümüş ve genç şairlerden Halil İbrahim Polat. Semih Gümüş ile V.Hüseyin Kaya, Halil İbrahim Polat ile de Ercan Yılmaz konuştu. Her iki söyleşiyi de zevkle okuyacağınızı düşünüyoruz.

Alperen Köseoğlu, Ayraç Kuyruklu Bilge Kedi isimli çizimiyle bu ayki kapağımıza renk kattı.

Son olarak yine Kalender Tufan “künye” köşesinde kitapların ve Seda Ülke “devran” köşesinde sanat ve edebiyatın izini sürdü.

Gelecek sayılarda buluşmak ümidiyle…






editör iletişim: elifnuray@gmail.com

Canefza III

Author: ezelmai /




Canefza III


aklımı çalan rüyanın gizini suya okumak:
kırık yüzümün duasıdır aynadan oyulan.

ân ile: yaradan’a sığınırım yaradan

göğsüne çekilen perdenin ipliğidir ateş
o akkor gülü yetiştiren bilge! dilimi de al
hûzurdan kovulmuş ömrüm kan-
ayarak geçiyor sûrunu kalbin
Asr’a da yemin olsun ki:
sefersiz kıyamettir aşk!


bulutlardan eğrilip toprağa akmak:
göğün nidasıdır suyla örülen.

ân ile: bir yangın halidir susmak

içime doğru akan nehirlerin tümü sendendir
sabır kavminde unutuluşum da
kül ve tuz kuyusunda bekleyişim: eski
bir taş oynasa, sesinin bahara yürüdüğüdür
bu duyduğun nazenin makam değil Canefza
ruhumdan kalkmakta olan cennetin gürültüsüdür
  

 Hece,  şubat 2011 

Hece Edebiyat- Şubat 2011

Author: ezelmai /



EDEBİYAT GÜNDEMİ
Necati Mert/Lümpen    3
Eriş Özgül/Özgür Seyirci    4
Asım Öz/Işık Yanar’la Şemsiye Tamircisi Üzerine:…    7
Mehmet Kızılay/Zor Sevdamız    10

TAKİP MESAFESİ
Hayriye Ünal/Açıklıyorum: İroni Adlı Bir Şiir Tanrısı Yok    14
Yazıyla Bir Şair/ Bir Çiçek Şahit Sami Baydar’a    16
Sayıyla 1 Dergi/Devrimci Gelişimin Olgunluk Ürünü Bir Dergi Alan ’67    19
İletşim Araçları Ve Edebiyat    21

Hasan Aycın/Çizgi    22
Ömer Aksay/Blöflü Pişti    23
Celâl Fedai/Bir Yemekle Nasıl Doyulur?    25
Ali Emre/Adı Nureddin Zengi Olan    26
Gökhan Arslan/Aşk Geri Döner    29
Hüseyin Atabaş/Bir Yılbaşı Kartı    31
Hüseyin Karacalar/Kalkan    32
İlhan Kayhan/Eğer Bilseydi Hanımefendi    34
Serap Ural/Menora’nın Kolları    36
Ayşe Sevim/Sözlük    38
Türker Özşekerli/Köpek/Çe    39
Yahya Kurtkaya/Uzun Tırnaklar    40
Elif Nuray/Canefza III    42
Ali Galip Yener/Yazarın Doğuşu, Montaigne Ve Tanpınar    43
Yunus Develi/Frenk Havası -XVIII- Tanrı Ile Konuşmalar-II    48
Ali K. Metin/Şiir Eleştirisi Ve Poetikalar Üzerine 2007-2009…    50
Ömer Aksay/Şiirde Mehmed Âkif’le Buluşmak-Mehmed Âkif’le Şiire Bulaşmak!    62
Ayşe Kara /Mistik Ve Masal Mekanlara Bir Yolculuk III- Petra/Al-Batara    65
Gürsel Aytaç/Elif Şafak’dan Edebiyat Yazıları: Firarperest    72
Aldous Huxley/Kedilerden Öğütler    76
Mustafa Şerif Onaran/Önümüzde Bir Uzun Yol Var    80
Lütfi Bergen/Küçük Bir Adamın Lüzumsuz Günahları    84
Asım Öz/Cemal Şakar’la Öykü Üzerine Söyleşi:…    98
Necip Tosun/Gidenler Gidenler’den Sular Tutuştuğunda’ya Cemal Şakar…   106
Murat Erol/Şemsiye’nin Kapattıkları    114
Ayşe Şener/Esintiler    119

KİTAPLIK
Selahattin İpek /Düzyazı: 100 Yazı    122
İshak Yetiş/Dostluk Üzerine    124
Mustafa Uçurum/Yitiksiz    126

Bir ömür yetmez-elif nuray

Author: ezelmai /


DİLKÜŞA’NIN KALBİ

Author: ezelmai /




Kadın ve Yara, Yara ve Giz, Giz ve Mahrem, Mahrem ve Mim!


Bir kitap, okunup bittiği vakit geride aşk ile yıkanmış bir beyin ve cümlelerden helâk olmuş bir kalp bırakıyorsa, iyidir. O kitap bir şiir kitabıysa eğer, çok iyidir. İşte Dilküşa, o kitaplar arasında liste başlarına yazılabileceklerden biri. Ve Arzu Eşbah, kitabı okuyanlarda meydana gelen kalp sarsıntılarının yegâne müsebbibi. İlk kitabı olan “Adalet Hanım’ın Düşleri” nden sonra, bile bile yangına yürümek gibi bir şeydi Dilküşa’nın içinde gezinmek. Bu sebeple, “sırrı ifşa muteber değildir yâre semah eden nefsinde” diyen şaire inat, sırrı ve yangını ifşaya soyunduk. Tende duyulacak ateşe hamd ederek!


“kadın ve giz”  ile başlıyor Dilküşa. Kitaptaki bazı şiirlerin yerleri gibi, bu şiirin en başta olması da tesadüf değil. Bir önsöz yazılmış gibi bu şiirle.“kadın ve giz”,  kadın’a ve yara’ya bismillah’ı üflemiş. Sanki Fatih Yavuz Çiçek’in Diyet isimli şiirindeki “biline ki artık vasiyetimdir/ omurgam göğün şahnâmesine önsöz diye yazılsın”  dizesi Arzu Hanım’ın kulağına üflenmiş de, o da bu şiirle başlamış göğün şahnâmesini işlemeye. Satır araları kurcalandığında görülüyor ki; şair bir yandan kabuklara düşmanlığını ilan ederek yara açık kalsın istiyorken, öte yandan yâre serzenişle yaradan yorgunluğu da imliyor. Zira Eşbah’ın da yarasını sevmeye başlayan kadınlardan olduğunu anladığınızda, bir alaz sizi çoktan sarmış oluyor. Dizelerden öğreniyoruz, şair için mühim olan Leyla olmak değil, çizgilerine hasret nakşedilmiş bir alna yazgı olmak. İşte bu, belki de kitabın tamamındaki şiirleri sedef halkalarla birbirine bağlıyor. Kadın ve yara, yara ve giz, giz ve mahrem, mahrem ve mim!

Dilküşa’nın ilk ve son şiirleri arasındaki bağ dikkat çekici. İlkinde “nasıl da razıydım vakıf olmaya sırrınıza” ile teslimiyet sınırında naifçe gezinirken, son şiir olan “muamma küşa” da ,
“ezberliyorum sırrınızı iki göğsümle” dizesi, bize bu gizdeki düğümü işaret ediyor. Kitabın tamamı bir sır üzerine kurulu. Ve ırmak asıl satır arası geçişlerde çağıldıyor. “kadın ve giz” deki dingin ve kırılgan ses, sanki kitaptaki kırk beş şiir boyunca kırk beş kere bilenip, “muamma küşa” da yerini baş kaldıran bir yara tahammülüne bırakıyor.

İşte tam da burada, Dilküşa’da hüküm süren yara ve kabuk ilişkisine dair dizeler kendini hatırlatıyor:

“geç kapanırmış güya derin yaralar/ zira bizim de kabuklara düşmanlığımız aşikar”(kadın ve giz)

“iyi bilirim satırların uzadıkça/ yaranın kabuğa nasıl da yaslandığını”
“yarayı kabuktan ayırdık. dağlamadık. uzak olsun şifa.”
 “yaralarımdan uzun uzun soyunacağım, yine de kabuğu farket”
“ve yarasına biat etmeli bütün kadınlarım/ münzevi tenlerinde edep ve neş’e”
“kucaklamayınca birbirini kabuk ve yara/ saldırgan bir not gibi düşüyor ihanet”

“ezberliyorum sırrınızı iki göğsümle
ateşi canlı tutmalı diyorum soldaki
diğeri uzak kabuktan yarayı”  (muamma küşa)

 Ne gariptir ki, ilk şiirden başlayan kabuğa düşmanlık, son şiirde de bunu koruyor ve bize muazzam bir ‘yaraya sadakat’ timsali sunuyor. Belli ki Dilküşa açık unutulmuş bir yaranın renginden besleniyor…

Eşbah’ın, hem mesleği, hem de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yapmış olması, şiirlerinde işlediği “kadın”ı önemli bir sembol haline getiriyor. Öyle ki, dizelerde geçen “içindeki kadını kucaklama” hali belki de hem kalbine hem bilinçaltına sağlamca yerleşmiş bir kadın sorunsalından ileri geliyor. “lanetliyorum sana kıyan töreyi” dizesi ile merhamet ve öfkenin nasıl da ustalıkla yoğrulduğunu görebiliyoruz. Ülkede “kadın”a yapılan tüm haksızlıklara karşı yükselen seslerin yanında, tek başına Dilküşa tüm heceleriyle birlikte adeta bir başkaldırıdır. Nitekim, “gözlerim devasa bir direnişin ön sözüdür benim” dizesiyle bu savı doğruluyor şair. Satır aralarını dikkatle gezdikçe farkına varıyoruz ki; Adalet Hanım’ın merhametlice yükselen bu başkaldırısı, kitabın neredeyse tamamını kaplayan “yara”yı da içine alıyor. Yani Dilküşa’nın kalbinin ana damarlarından biri de “kadın ve yara” ikilisinden oluşuyor. İşte o ana damarı ve başkaldırıyı örnekleyen dizelerden bazıları:


“kadınlığımın çeperini yaraladım/ bağışlama beni ey tanrım”
“hıdırellez gecelerinde sessizliğini dinliyor bir kadın”
“suçsuz bir kadın daha asılıyor yazıtların gölgesinde”
“kadınlarım eşkâllerini terk ediyor”
“mısralara sıralanıyor lâl kadınlar”
“bir kadından bir anadan hevesle çoğaldık telveye”
“ve şimdi daha da kadın içimdeki bütün münzevi arzular”

“durmayın yadırgayın düşlerimi/kırılan direnişi yargılayın/ yargılayın beni”
“hızla yaklaşırken kırkıma aşkı reddediyorum ey ruhum/ bir de ölümü bu fasılda”
“kirlendim ve aklandım. /c/aymadım/ kutsandım mısraların döl yatağında”
“yine de yenilendi bütün yeminlerim direndim”
“bir o kadar da isyankâr ağıtları sürme diye sahiplenmişti gözlerim”


Şairin Yalanları, Susmak ve Biçim Üzerine Birkaç Söz

Yalnızlığı, aşkı, yarayı, kadını, hakkı, aynayı, zamanı ve elbet susmayı, imrenilecek sözcük dağarcığıyla çeşitli hallerde sunuyor Arzu Eşbah. Zarafetten midir uzak duruştan mı bilinmez, sevgiliye hitabın “siz” şeklinde olması da dikkat çekiyor. Bu cümleler senfonisinde insanın kendinden birçok parça bulması durumu ise, tamamıyla şairin maharetinden kaynaklanıyor. Yarası olan avuntuyu buluyor, nehirleri özleyen su kavisleriyle karşılaşıyor ve yalanlara ihtiyacı olana yalanlar fısıldanıyor. İşte bu minvalde birkaç dize “ah’ın halleri” nden ses ediyor:

“hatırlayamadığım kadar uzun zamandır düşünmüyorum seni.
unuttum. tıpkı istanbul’u ya da nefesimi sende unuttuğum gibi”

“her sabah sokak kapısında beni öptüğün de gelmiyor aklıma
merdivenleri seninle inmiyorum tutmuyorum her basamakta elini”

“sesinin buğulu tınısı da gelmiyor aklıma ne de böğürtlen kokusu”

Ve tam da burada buruk bir tebessümle iç sesimiz konuşuyor: “şair yalan söylüyor!”

Hem kısa hem de yormayan uzun şiirler yazma yetkinliğine sahip olan Eşbah’ın tüm şiirleri, hangi notanın hangi heceyle raks edeceğine önceden karar verilmiş muazzam bir müzikaliteye sahip. Bazı şiirlerdeki parantezlerin yoğunluğu okurun ilgisini dağıtsa da; şiirlerin muhakkak bir “es” ile bitiyor olması ve ,

“büyür usunda harfler çığlık çığlığa
size kalsın aklanmayan vâveylâ”

“küsüyor şiir sesler susuyor
her gidişinde bu şehir
biraz daha ölüyor”

dizelerindeki gibi özenle dağıtılmış uyakların varlığı, şairin dilindeki şerbete hayranlık uyandırıyor.


Yara ve kadın kadar olmasa bile, “ses ve susmak” da Dilküşa’nın önemli imgelerinden. Kırgınlık sırtını öfkeye dayıyor bazı şiirlerde. Bu kez de önümüze bu dizeler çıkıyor:

“inan dile gelir susarsam kutsal kitaplardan bile kovulmayan şeytan”
“susarsan ölür içimdeki aldanan yaban”
“ayrılığın dudağındaki vakitsiz ölüm çığlıkları kadar sessizdim”
“sesi inkâr ediyorum! dönüyorum sırtımı yabancı sayıklamalara”
 “ve umarsızca susarak/ kendi karanlığına gömülüyor biraz daha”
“susuyorum elimde bir ünlemle”
“öptüğüm bütün seslerden vuruldum”

Garcia Lorca’nın “içiniz kor gibi yanarken susmak, acıların en beteridir” sözü, Dilküşa’nın kalbine giden yolu biraz daha aralıyor. Zaman ile harç edilmiş bir sessizliğin derin izleri duruyor kitabın yüzünde. Zaman ise, acı kahve tadında kendini gösteriyor dizelerde.

“işte o sırra soyundum/ zaman acıydı kahve de/ yine de kendimce avundum”
“ve zaman/ acımadan yaralıyor/ içimdeki münzevî kadını”
“kırıyor şimdi tam ortasından zaman sesi”
“dahası/akrebin yelkovana darıldığı/ hızır’ın gül dalına uğramadığı mevsimlerden”

“serencam” şiirinde ,“kahve tadında kapılarda kalakaldım” dizesindeki kapı da yine zamanı temsil ediyor.



Son Söz: Dilküşa’nın Kalbi

Her kitabın bir kalbi vardır. Öyle ki, şiirlerin ana atar ve toplardamarları buradan geçer. Dilküşa’nın anahtarı “kadın ve giz”, özeti “dilküşa” iken, kalbi ise “geçmiş zaman tabletleri” adlı şiirdir. Kalbin insan vücudundaki yeri nasıl ki sol tarafsa, sanki bu kurala biat edilir gibi, bu kitabın kalbinin de “dilküşa” ile “hıdırellez ve güller” şiirleri arasına yerleştirilmiş olması bir tesadüf değil. İtinayla işlenmiş bir kanaviçe gibi. “dilküşa” şiirinde “sırrı ifşa muteber değildir yâre semah eden nefsinde” diyen şair, “geçmiş zaman tabletleri” ne gelince “belki de korkuyordunuz içinizle yüzleşmekten” dizesi ile aslında sırrın bilinmek istediğini fısıldıyor usulca. Çünkü burası Dilküşa’nın kalbi ve kalp bunu gerektiriyor: “yâre ayan, ağyare giz” olmayı.

Kitap bahsedilmesi elzem olan çarpıcı dizeler içeriyor. Bu dizelerin hepsi kalbin damarlarından besleniyor.

“ben seni terk etmedim sevgilim. ölüm eskitti beni”
“ey kirpiklerimin gölgesinden esirgediğim temâdi. yorgunum”

 “bütün gidişlerin sonrası aynı/ bereketli bir sessizlik bildik bir sızı”

“gülün titreyen sesindeki parmak izleri de mi benim
gülü de mi ben incittim
heyhât! Azap yangını dilimde geçmişim”

“doğru; bütün deli düşleri ben kurdum suçluyum
çıktığım cümle basamaklardan kovuldum”

“sen gelmeden biz doğmadan ben ölmeden çok öncesiydi”

Son zamanlarda, kurulabilecek en cesur cümleleri ve yarayı tarifteki üstün mahareti içeren kitaplardan olan Dilküşa, adına “geçmiş zaman tabletleri” dediğimiz kalbine böyle son veriyor:

“ruhunuzu sınayacak aynalar bıraktıysam da sancılarınıza
hiç acımadım

merhamet tanrıya özgüydü anımsadım
ki bu son tablet;
ve ben sizi asla bağışlamadım”



Elif Nuray

Temrin, Ocak 2010









Related Posts with Thumbnails